top of page

Öykü: Vicdanın Askeri - 1. Bölüm


Mehmet uyandığında gün doğmadan hemen öncesiydi. Mavi kızıl gökyüzü her yanı sarmış, sabah serinliği daha uyurken içine işlemişti. Zordu dağda kalmak. Havası temiz, dereden akan suyu berraktı ama geceleri çok soğuktu. Bütün kışı dışarda kurdun kuşun nasıl geçirdiğini aklı almıyordu. Rahmetli babası içinde yaşadığı küçük kulübesini çok eskiden yapmıştı. Oduncu olduğu için her akşam dağın yokuşunu inip çıkmak dert olmasın diye kendine yaptığı kulübede şimdi Mehmet saklanıyordu. Annesinin arada getirip bıraktığı erzak olmasa ne avlanmak ne de yaşamak mümkün değildi. Duvarda ne olur ne olmaz diye asılı bir tüfek, altında da bir çekmece mermi vardı ama tüfek o kadar pas tutmuştu ki ilk atışta namlunun patlayıp kurşunun geri sekmesi muhtemel olduğu için talim yapmaya hiç cesaret edememişti.

Birkaç ay olmuştu Mehmet burada saklanmaya başlayalı. Kış başlamadan hemen önceydi. Celp kâğıdı annesinin eline tutuşturulmuş, yarın hemen gidip birliğine katılmasını söylemişti. O gece annesi ile Mehmet oturup konuştular ama ne yapıp ne ettiyse Mehmet annesini askere gitmek istediğine ikna edemedi. Bütün memleket savaş içerisindeydi, gitmemek olmazdı ama babasının ağacın altında kalarak can vermesine dayanamayan annesi kendini yerden yere atmış, Mehmet’in kalbi daha fazla dayanamayıp dağdaki kulübede saklanmaya razı gelmişti. Kış olup yollar kapanınca da zaten inzibatlardan bahara kadar korkmaya gerek yok diye düşündüler ama köylü ihbar etmesin diye köyde de gözükmek istememişti. Annesi soranlara askere gitti dedi ama imamın duasını almadan askere gitmek biraz garip göründüğünden bunu duyan herkes önce bir dudak büküyor, sonra başını iki yana sallayıp uzaklaşıyordu.

Yerdeki kar güneş gören yollarda hemen erimiş olsa da ağaç altlarında olduğu gibi duruyordu. Mehmet doğrulup iki elini ot şilteye koydu, yatağın kenarına oturdu. Güneş kulübenin duvarlarını ısıtana kadar odanın içinin dışarıdan bir farkı olmuyordu. Ağzından çıkan buharı fark edip birkaç derin nefes verdi, nefesini görünür kılabildiğini fark edince gülümsedi. Duvardaki kavanozlar azalmıştı. Konservelerin sayısı kulaklarının sayısı kadar kaldığında annesi gelecek demekti. Bir keresinde kavanozlar burnu kadar kalmıştı, annesinin gelemeyeceğinden korkup ne olur ne olmaz diye açıp da yiyememişti. Kendince zor bir zamana saklamıştı ama neredeyse bir yıldır buradaydı ve annesi kar kış demeden Mehmet’e erzak taşımıştı. “Ana yüreği işte…” deyip kalktı yerinden kim bilir ne kadar zorlanıyordu sırtında o erzak çıkınını taşırken. Yazın dağ yolu tozlu, sıcak olurdu. Kışın karlı ve soğuk. Köylü merak edip aramaya çıkmasın diye akşamları da kalamazdı, mecbur dönerdi evine anası ama ikindin olmadan da haftada bir gördüğü yavrucağını bırakıp da dönemezdi aşağı. “Ana yüreği…”.

Mehmet’te bu durumu karşılıksız bırakmazdı. Annesinin geleceği günlere yakın kuru ağaçların dibinden odun toplar, büyük kütükler bulursa sobasında kırıp yakabilsin diye baltasıyla kurardı. Elinde olsa hem annesini hem odunları kucaklayıp evine dönmek istiyordu ama savaş zamanı ihbar edilmek büyük korkuydu. Kendisi için değil annesi için.

Kavanozlar az kalmıştı. Biraz işlenmek için gözlerini ovuşturdu, yatağından kalkıp gerindi. Dünden üzerine biraz yağ reçel sürdüğü ekmeğinden bir ısırık aldı. Bir eliyle ekmeğini yemeye çalışırken diğeriyle çizmelerini ayağına geçirdi. Kapının önündeki kütükleri kırmak gerekti. Annesi gün ağarırken yola çıksa öğlene burada olurdu. Baltasını alıp dışarı çıktı. Başlarda elindeki keskin demirli sopayı temkinli sallasa da birkaç kütüğün çatırdayan sesini duyduktan sonra ellerinin kuvveti yerine gelmişti.

Balta odunun içinden geçip parçaları iki yana düştüğünde odunun içinden çıkan yaş ağaç kokusu her yanı sarardı. Sobayı yaktığında ısınan kulübenin soyulmuş tahtaları ısınır aynı çam kokusu etrafa yayılırdı. Babası öldüğü gün de aynı ıslak kereste kokusu burnundaydı. Onunla geçirdiği son birkaç saat geldi aklına. Henüz kestiğini bir ağacı Mehmet’e gösterip “Bak evlat.” demişti. Koca ağaç dallarıyla birlikte yerde uzanmış boylu boyunca yatıyordu. “Bir işe başladığında hemen aceleyle devamına girişmeyeceksin. Arada bir durup ne yaptın bakacaksın. Yaptığın işi neden yaptığını bileceksin. Unutma! Dağ baki, deniz baki, ağaç baki, sen değilsin. Ne kadar kocamış ne kadar büyümüş olursa olsun. Eğer budağın kuvvetinin nereden geldiğini bilirsen baltayı nereye vuracağını da bilirsin.”


***

Gün öğleden sonraya dönüyordu. Arada bir başını kaldırıp annesinin geleceği yöne doğru bakıyor, uzakta kıpırdayan, kendisine yaklaşan bir şey var mı diye kontrol ediyordu. Kırılacak fazla odun kalmamış ama annesi gelmemişti. İkindin vakti olduktan sonra gelmekte sorun olmazdı ama dönüşte karanlık olacağı için dönmek tehlikeliydi. Dağ başıydı sonuçta. Karnı aç kurt, kuş, çakal savunmasız kadıncağızın etrafını sarsa yapacağı hiçbir şey olmazdı. Gelseydi belki Mehmet yarı yola kadar annesini geri götürür köyün ışıkları görünene kadar ona eşlik ederdi ama oda riskliydi. Başına kulübedeki abayı örtse bile gece vakti nereden kim geliyor görünmezdi. Bu kadar sabredip çile çektikten sonra ihbar edilmek herhalde annesinin kaldıramayacağı bir yük olurdu. Son kütüğü de kırdıktan sonra ellerini beline bastırıp yorulmuş sırtını düzeltti. Güneş ufkun altına inmişti. Mehmet bu saatten sonra annesinin gelmeyeceğine kanaat getirip baltayı eşeğe sapladı. Yerde dağılmış olan kırık odunları toplamaya koyuldu. Sırtta taşınabilecek şekilde üst üste istifleyip urganla başladı. Boynuna serin dağ esintisi değdi. Birkaç kütükte kendisine alıp içeri girdi. Çalışmak, bütün gün baltayı sallamak acıktırmıştı. Raftaki kavanozlar kulakları kadar kalmıştı. Bu Mehmet’e birkaç gün daha yeterdi ama şu an aklında olan açlık ya da elinde olanla ne kadar daha idare edebileceği değildi. Annesini merak ediyordu.

Sobayı yakıp dışarıdaki kardan erittiği suyu içine doldurdu, içine biraz yağ, birkaç kuru domates, biraz tuz attı. Kavanozlardan birini açıp yarısını tencereye döktü. Tahta kaşığı yemeğin içinde gezdirmeye başladı. Kaşık tencerenin içinde dönüp durdukça hayallere, kötü düşüncelere dalıyordu. Aklından “Ya yolda gelirken ayağı takılıp düştüyse, ya ayağı kırılmış zavallıcık toprak yolda yatıyorsa. Sesini duyanda olmaz. Bütünce gece donar kalır.” diye geçirdi. Düşünceye kendisini fazlaca kaptırmıştı ki kaşığı biraz hızlı çevirince tencerenin kenarından taşan yemeğin suyu sobanın üzerine sıçramış, kızgın sacın üzerinde cızırdayıp buharlaşan yemeğin sesiyle kendi gelmişti. Başını iki yana salladı “Tövbe, tövbe…”

Pişen yemeğine elindeki son ekmeği doğrayıp az önce yemeği karıştırdığı tahta kaşıkla yemeye koyuldu. Tenceresi küçük, içindekilerde kendine kadar olduğu için ayrı bir kaba koymaya gerek duymadı. Eğer odun toplarken karşına çıkan otlardan toplayıp salata gibi bir şey yapmadıysa çoğu zaman bu şekilde yerdi. Kar eridiğinde su kısıtlı olacaktı. Dereden kova kova taşımak dağın yokuşunda zor oluyor, inip çıkarken zaten kovanın yarısı oraya buraya dökülüyordu. Bir de bu suyu ikinci bir tabağın bulaşığı için ziyan etmek kendisinden başka kimse olmayan bu yerde gerekli bir şey değildi. Karnı doydukça düşünceleri azaldı, üzerine ağırlık çöktü. Sırtını yattığı yerin duvarına verip bir sigara yaktı. İçerisi de dışarısı gibi karamıştı ama gökyüzü açıktı. Camdan giren ay ışığı zemini aydınlatacak kadar parlaktı. Sigarasından çektiği her nefeste yüzünün etrafı biraz olsun aydınlanıyor, üflediği duman pencerenin önünde geçerken suyun içerisine atılmış bir avuç toprağın suyu bulandırması gibi havaya karışıyordu. Günün yorgunluğunun üzerine bir de yemeğin ağırlığı binmişti. Küçücük kulübede hava karardıktan sonra yapacak bir şey yoktu. Mehmet ağırlaşan gözlerine direnmeden başının omuzu üzerine düşmesine izin verdi. Sobadaki odunlar tutuşmuş köz olmuş, tatlı bir sıcaklık içeri yayılmıştı. Dışarıda bir kurdun uluması duyuluyordu.

“Ya başına bir hal gelip yolda kaldıysa. Ya kurtlar, çakallar etrafını sararsa ne yapar?” diye geçirdi aklından.

İçini bir telaş kapladı, şiltenin üzerinden yıldırım gibi kalktı, askıdaki abayı başına sırtına sardı. Sabah kütüğün üzerine sapladığı baltasını alıp koşar gibi yola düştü. Anasının yüreği dayanmaz diye savaş zamanı saklanmış, günlerini bunun vicdanı ile geçirmişti. Şimdi tüm bu vicdan azabını göze almışken şimdi birde anasının başına bir şey gelirse geçen onca soğuk gece, onca düşünce, kırıla odun, anasının erzak getirmek için köylüden gizli teptiği onca yol boşuna olurdu. Daha da önemlisi hayatta kendi canından olan bir kişiyi daha kaybetmeye niyeti yoktu. Gerçek olmasa bile emin olana kadar dağ yolunu inip tekrar geri çıkacak kontrol edecekti. Koşar adımlarla ilerlerken bir yandan ardına takılan kurt var mı diye arkasını kontrol ediyor, öte yandan hızlı hızlı yürürken ters bir taşa basıp ayağını burkmamak için önünü görmeye çalışıyordu. Ay ışığının geçemediği ağaç altlarındaki karanlıklarda yürümesi zor, saklanması kolaydı. Açıklık yerlere geldiğinde tamamen görünür oluyor ama bu seferde bastığı yeri görebildiği için hızlıca oraları geçebiliyordu. Ayın yer değiştirdiği gözle fark edilinceye kadar dağın alt kısmına kadar olan yolu görebileceği bir yamaca ulaştı, gözlerini kısıp görebildiği yere kadar olan yola baktı. Köyün ışıkları ilerde görülüyordu, aradaki yolda ise ne normalden farklı bir karaltı ne de bir kıpırtı vardı. İçi rahatladı, derin bir “Oh!” çekip gerisin geri yola koyuldu. Kulübeye vardığında tencerenin dibinde kalan yemeği de sobanın son alevinde ısıtıp yemeyi, aklından geçirdi. Hatta “Ekmekle tencerenin dibini iyice sıyırmalı, sonra da içerisi soğumadan yorganın altına girip gün doğana kadar uyumalı” diye düşündü. Annesine dair endişeleri aklından çıktığı için gönlü rahattı. Baltası elinde olduğu sürece kurttan da korkmaya gerek yoktu. Yuvarlanan bir taş gibi paldır küldür indiği yokuşu etrafına bakarak dikkatli dikkatli çıkıyor, dikenliklere dalmamak için gözlerini yeden ayırmıyordu. Acelesi olmadığı için gelirken geçtiği aydınlıklara girmeden kulübeye doğru yavaşça yürüdü.

Yükseldikçe etrafını bir sis sardı, burnuna bu sefer duman kokusu geliyordu. Soğuk zamanlarda köyden yakılan sobaların sayısı arttıkça yükselen duman soğuyup dağ başına sis gibi çöker, bazen havada insanın ciğerini rahatsız edecek kadar kurum olur, yağan kadara karışıp ağaçların üzerinde birikirdi. Yürümeye devam ettikçe dumanın kokusu artıyordu. Yokuş yukarı çıkmaktan yorulmuştu, havadaki kurum genzine yapışıyor, arada bir boğazını temizlemek zorunda hissediyordu. Burnundan aldığı duman yükseğe çıktıkça ağzından geri çıkmaya başlamıştı. Yorgunluğu artıyordu. Ardına bakıp takip eden olmadığından emin olduktan sonra başındaki abayı, duvak gibi kaldırıp omuzuna salladı yere oturup soluklanmaya çalışırken gözüne bayırın ardında dalgalanan sarı, beyaz ışıklar çarptı. Suya yansıyan ay ışığıdır diye düşündü ama dere uzaktı, zaten ayın ışığı da bu siste bu kadar yayılmaz dalgalanmazdı. Ama ışık rüzgardaki bir mum alevi gibi sallanıyor, bazı ağaçların gözdelerine yansıyordu. Gökyüzüne doğru yükselen birkaç kıvılcım Mehmet’in dikkatini çekti. “Allah” diyerek kalktı yerinden. Omuzundaki aba yere düştü, koşmaya başladı. Zaten yanan ciğerleri iyice dumana boğuldu ama yukarıya doğru çıktıkça yerdeki sis dağılıyor, dumanın yukarıya doğru yükselişi gözle görülebiliyordu. Daha hızlı koşabilmek için Mehmet elindeki baltasını fırlattı, tüm gücüyle yokuşun başına koştu ama vardığında artık kulübeye ne suyun ne de yağmurun bir faydası olabileceğini anladı.

Kulübenin üzerinden çıkan dumanlar kara trenin dumanı gibiydi. Tek farı bu sefer trenin dumanını ardında bırakması yerine, rüzgârın kulübenin çatısından yükselen dumanı alıp götürmesiydi. Kulübenin pencerelerinden trendeki gibi eller, kollar, mendiller yerine yalım alevler çıkıyordu. Yanan çam ağacının isi her yeri kaplamış, yanığın kokusu her yanı sarmıştı. Yanan tahtalardan çıkan ateş kendi içinde yoğruluyor, arada bir bunalıp kapanıyor, sönecekmiş gibi oluyor, sonra yukarı doğru patlıyordu. Kor olmuş yanarken çıkardığı sesler ormanın sessizliğine karışıyor, kül olan tahtalar aşağı doğru çöküyordu. Mehmet kulübenin yanına koştu ama bir şeyler yapabilmek için bir o yana bir bu yana koştu ama alevler harman zamanı yollardaki sap arabalarından daha büyüktü. Eline geçirdiği bir kova suyu boca etmek istedi ama bırak söndürmeyi alevlere yaklaşmak bile mümkün değildi. Babasının yadigarı, bir senedir kendisini içinde saklayan kulübe yanıp tutuşmuş küllere karışırken Mehmet’in yapabildiği tek şey daha da ormana yayılmasın diye uçuşan kıvılcımları, fişek gibi etraf saçılan köz parçalarını ayağıyla söndürmek oldu...

11 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Anı: Göç

bottom of page