top of page

Öykü: Vicdanın Askeri - 3. Bölüm


Mehmet kapıdan çıkıp gecenin karanlığında düştü yola. Başını bir an geri çevirse geri döneceğini biliyordu. İçindeki özlem kabardıkça adım atmak zorlaşıyor, bedeni ilerlese de aklı başladığı yerden bir adım ileri gitmiyordu. Bu yüzden başladı koşmaya. Nefes nefese kalıncaya, dizleri titreyip, dalağı şişinceye, nefesi ciğerlerine yetmeyinceye kadar koştu. Bir adım, bir adım daha. Bir ara yorulur gibi oldu, durup ellerini dizlerine koydu. “Memleket bekliyor!” dedi kendi kendine, koşmaya devam etti. Gün ağarmadan indiği yokuşlardan fazlasını çıkıp dağın tepesine vardı. Artık geri dönüp baktığında köy uzaktaki yamaçta küçücük bir noktaydı. Cebinden çıkartıp bir sigara yaktı yoluna devam etti, hava ısınıyordu. Üzerindeki parka terletmesin diye çıkartıp koltuğunun altına aldı. Artık tanıdık kimseyi göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Yol kenarına oturup biraz dinlenmeye karar verdi. Sigarasını içerken cebinden askerlik için muhtarın geçen sene eline tutuşturduğu kâğıdı çıkartıp baktı, üzerinde çizgiler, yazılar vardı ama bunlar Mehmet’e hiçbir şey anlatmadı. Mehmet okuma yazma bilmediği için, dağlarda gezerken bir gün lazım olacağını da hiç düşünmemişti. Kulübe yanmadan önce duvarda duran kavanozları hatırladı. Ne yöne gideceğini düşünürken uzaklardan bir nal sesi duyulmaya başlamıştı. Mehmet hemen kalkıp saklanmak istedi, bir yıldır annesinden başka bir insanla bırak konuşmayı yaklaşmamıştı bile. Sonra durup etrafına tekrar baktı, köyden çok uzaktaydı. Uzaktan gelen bir kağnı arabasıydı. Arkasındaki alçak ama kambur yük siyah tozlu bir örtüyle örtülmüştü. Arabayı çeken kırçıllı at zayıflamış, kemikleri uzaktan görünüyordu. Burnu neredeyse yere değecek sanki son yolculuğuna çıkmış gibi yürüyordu. Atın arkasında iki tekerli arabaya yaşlıca bir adam binmiş hiç hareketsiz duruyor, atın çektiği arabayla oda kendini kaderine telsi metmiş gibi yaklaşıyordu. Mehmet ayağa kalktı kendisine yaklaşan arabaya selam verdi, araba ayaklarının dibine geldiğinde durdu. Çarığın içindeki parmakları ezilmesin diye bir adım geri atmak zorunda kalmıştı.

- Selamünaleyküm.

- Aleykümselam emmi.

- Hayırdır, neden güneşin altında yolun ortasında oturup durursun?

- Askere gidiyorum.

- Sende mi yoksa şu bahriyelilerdensin?

Yaşlı adamın sorusu Mehmet’in aklında bir ışık yaktı. Bahriyeli ya da değil, bir şekilde askeriyeye ulaşırsa kendiliğinden gerisi gelir diye düşündü.

- Evet, deyiverdi Mehmet. Bende onlardanım.

Yaşlı adam arkasındaki yükün üzerinden örtüyü kaldırıp yükünü gösterdi. Gördükleri kaya büyüklüğünde kocaman mermilerdi. Mehmet çok şaşırmıştı.

- Bin hadi o zaman götüreyim seni…

Yaşlı adam ata hiçbir şey söylemiyor, “deh” bile demiyordu. At öyle bir gidiyordu ki, Mehmet gideceği yol, varacakları yer hakkında kendisinden çok şey bildiğine ikna olmuştu. Bahar ayları olduğundan dağlardaki kar birikintisi gibi alçaklardaki yollarda çamur, su birikintileri her yerdeydi. Araba çukurlara girip çıktıkça arkalarına duran mermilere bir şey olur diye yaşlı adam önce bir heyecanlanıyor, sonra sakinleşiyordu. Birlikte saatlerce yol gitmişler, oturdukları yerde günü akşam etmişlerdi. Ama ne su için ne yemek için durmuşlar. Kendileri yavaş olsa da bir aciliyetleri olduğu belliydi. Birkaç saat sonra iyice denize yaklaştılar. Hava kararmıştı. Gittikleri yol bayırın eteklerinde denizin girintisine çıkıntısına göre kıvrılır olmuştu. Önlerinde bacalı gemilerin olduğu, liman gibi bir yer göründü. Mehmet arkalarındaki mermilerin nereye gittiğini şimdi anlamıştı. Tellerin arasından geçtiler, bir asker karşıladı onları, gidecekleri yeri gösterdi. Yaşlı adam at arabasını kocamanca bir geminin yanına götürdü, yularını çekip durdurdu. Etrafta beklemekte olan diğer askerler siyah örtüyü açıp mermileri iki tekerli bir arabaya yüklediler, oradan da gemiye yüklendi. Mehmet’in bakışları havada suyun üzerindeki koca demir yığınını hayretle izliyor, etrafta koşuşturup duranlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Yaşlı adam elini Mehmet’in sırtına vurdu.

- Haydi artık benim için dönme vakti. Yolum uzun. Sen arkadaşlarını artık bulursun.

- Sağol emmi. Kazasız belasız inşallah.

Yaşlı adam atın önüne düştü, yularından çekerek dosdoğru geldikleri kapıya doğru ilerleyip gözden uzaklaştı. Çektiği yükün hafiflemesiyle hayvan kendisine gelmiş gibiydi.

Ardında gök gürültüsü gibi bir sesle irkildi Mehmet.

- Sen kimsin!

- Ben… Ben bahriyeliyim.

- Ne işin var o zaman karada! Çık şu gemiye çabuk!

Arkasında bir anda beliren kişinin omuzlarındaki nişanlardan, kıdemli bir subay olduğu anlaşılabiliyordu. Mehmet lafı ikiletmeden koşup merdivenlerden çıktı. Daha askerlik nedir bilmeden kendini kocaman bir geminin içinde bulmuştu. Ne yapacağı, bu demirden yağının üzerinde nerede duracağı, kimle konuşacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Güvertenin kenarına iki eliyle sımsıkı tutunmuş duruyordu. Kaptanın gelmek üzere olduğunu bilen başka bir asker onun bu şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı ki yanına geldi, halini hatırını sordu. Mehmet’in ne denizle ne askerlikle ilgili bir şey bilmediğini anlaması birkaç cümleden uzun sürmemişti. Birazdan kaptan gelecekti. Mehmet’i bu kıyafetler içinde görmesi hoş olmazdı. Bu yüzden onu alıp geminin içinde bir yerlere götürdü. Yedek kıyafetlerden bir bahriyeli kıyafeti verdi.

- Al bunu giy şimdi. Bu gece yolca çıkacağız. İçtima için seslenildiğinde güverteye gelir, herkes gibi esas duruşta durursun. Kendinden başka kimi görürsen de selam ver. Tamam mı?

Mehmet onaylar gibi başını salladı. Asker çıkıp görev yerine döndü. Köşeleri kaynakla birleştirilmiş demirden odada Mehmet bir başına kalmıştı. İçtima şu an en mühim görevdi mehmet için. Bu yüzden birkaç defa esas duruşuna çalıştı, kendi kendine selam verdi. Önce bir gürültü başladı gemide, odanın kaynaklı duvarları titredi. Sonra deprem olur gibi bir sarsıntı oluştu yerde. Mehmet olduğu odadan çıkıp geldikleri yolda biraz ilerledi, yan tarafta başka bir oda vardı, Mehmet kafasını uzatıp gizlice içeriye baktı. Kendisine gemiye çıkmasını emreden subayı hemen tanıdı. Masanın üzerindeki kağıtlarda bir şeyleri işaret ederken bir şeyler anlatıyor, ellerini kavuşturup düşünüyor sonra tekrar anlatmaya başlıyordu. Karşısında aynı kendisi gibi bir subay daha vardı. Mehmet bu kişinin bahsedilen kaptan olduğunu anlamıştı. Görünmemek için kapının önünden geçmeye cesaret edemeyip oracıkta kaldı. Dikildiği yerde konuşulanlara kulak misafiri oluyor ama motorun sesinden konuşulanları yer yer duyuyor anlamlandırmaya çalışıyordu.

-Zor… Çok zor… Ya projektörler?... 26 tane bırakacağız… Bu sefer kıyıya paralel, tersine yerleştireceğiz… Kalbim sıkışıyor anlatırken… Haydi içtimaya…

Ayak seslerinin kapıya doğru yaklaştığını duyan Mehmet hemen selam verdi, subaylar selamı başıyla alıp güverteye doğru yürüdüler. Mehmet’te arkalarından ilerleyip, subaylar ip gibi dizilmiş neferlerin ön tarafına doğru yürüdüğünde hızlıca arkalarda kendisine bir yer buldu. Komutan konuşmaya başladı.

Benim beyaz koçlarım. Çıktığımız bu görev belki de bu cephede görüp görebileceğiniz en zor görevdir. Hava bizden yana ama düşman projektörleri değil. Bu yüzden azami ölçüde dikkatli olmalıyız. Güvertede işi olmayan kimse dolaşmasın, tüm ışıklar söndürülsün, hiçbir ses yapılmasın, hatta lüzumsuz konuşulmasın, herkes tetikte beklesin. Bismillah diyerek çıktığımız bu görevden türkü söyleyerek dönmekte var, ağzımızda şahadetle ölmekte! Her şey vatan için!

Hep bir ağızdan “Vatan için!” diye askerler karşılık verdi. Gemi köpükler bırakarak yol alıyor, dalgayla sallanıyor ama kimse esas duruşunu bozmuyor, kıpırdamıyordu. Tüyleri ürperten bir sessizlik oldu. Subaylar görev yerlerine doğru dağılırken sayım alınmaya başlandı ama bir terslik vardı. Personel olması gerekenden bir fazla çıkıyordu. İki defa daha sayım alındı ama sonuç değişmedi bir kişi fazlaydı. Sayımı alan asker “Adını okuduğum görev yerine dağılsın!” deyip elindeki defterden tek tek isimleri okumaya başladı. Biraz sonra güvertede tek bir kişi kalmıştı. Asker Mehmet’i yanına çağırıp kim olduğunu sordu, Mehmet diyecek bir şey bulamayınca muhtarın kendisine verdiği kâğıdı cebinden çıkartıp askere uzattı.

- Ne işin var burda be adam! Senin Mesudiye tabyasında olman lazım burda değil! Hem de bu günümü seçtin gelip gelecek! Allah’ım! Allah’ım! Yürü komutanın yanına gidiyoruz!

Asker Mehmet’i kolundan tutup sürekler gibi komutanların odasına götürdü, kapıdan girmeden önde selam verdi, sonra Mehmet’i itekleyerek odanın demir duvarına yapıştırdı.

- Komutanım bu er gemiye kaçak binmiş. Asıl görev yeri Mesudiye, iste bu da kâğıdı. Buyrun.

Komutan yanlarına yaklaştı, etraf karanlık yüzüne vuran ay ışığında gözlerindeki kıvılcım görülebiliyordu. Önce kâğıda bakıp inceledi, sonra karşısında iki büklüm olmuş Mehmet’e uzun uzun baktı. Askere dönüp “Tamam çıkabilirsin” dedi. Asker yine selam vererek ayrıldı.

- Daha başka bir gün bulamadın mı bu güvertede olacak?

Mehmet cevap veremedi.

- Sana diyorum çocuk. Neden birliğinde değilsin?

- Ben birliğimi bulamadım.

- Ne demek bulamadım. İşte burada yazıyor ya. Mesudiye birliğini kime sorsan sana gösterirdi.

Mehmet kaptanın karşısında iyice ezilip büzülmüş, kamburu çıkmıştı. Başı, boynu neredeyse omuzlarından aşağı düşecekti. Utancından söyleyecek bir şey bulamıyordu. Üzerindeki üniformayı giydiğinde içini sevinç kaplamıştı ama vatan vazifesini yapmak için çarpan yüreği şu an utançla dolmuş zaten bir sene geç başladığı görevine de doğru bir şekilde başlayamamıştı. Karanlık oda da gözünden burnunun ucuna doğru akan yaştan sadece kendisi haberdardı. Arkasını dönüp güvertenin tırabzanların simsiyah sulara atlasa kalbinin ağırlığıyla kurşun gibi dibe çökerdi. Ağlamaklı sesiyle bir cümle kurabildi.

- Benim okumam yazmam yok efendim…


***

Komutan Mehmet’e kendisini takip etmesini söyledi birlikte güverteye çıktılar. Kaptan, Mayın raylarının başladığı yerde, tırabzanların dibini işaret ederek “Burada otur ve hiç kıpırdama” diye emir verdi. Mehmet küçük çocuk gibi kendisine gösterilen yere gidip oturdu, başını dizlerine birkaç defa vurduktan sonra sakinleşti, bir daha kıpırdamadı. Aslında Kaptanın niyeti Mehmet’i bu kritik görev boyunca gözünün önünden ayırmamaktan başka bir şey değildi. Onu gemideki başka birine de emanet edebilirdi ama şu an mürettebatın görevinden başka bir şeyle uğraşmasını istemedi. Ama daha da önemlisi onun içindeki saflığı görmüş olmasıydı. Durumun stresiyle birisinin ona yanlış bir cümle kurup içindeki azmi kırmasını istemezdi. Bir neferin, sahip olduğu müdafaa duygusunu kaybetmesi şu an ülkenin ihtiyacı olan en son şeydi.

Biraz zaman sonra ilk mayın bir denizcinin “Bismillah, Fundo” demesiyle karanlık sulara bırakıldı, bunu ikincisi takip etti ardından üçüncüsü. Mehmet etraflarında dönen projektörleri gördükçe içindeki üzüntüsünü unutmuş, içinde bulundukları görevin gerilimi her yanını sarmıştı. Denizin ısıran havasını bile teninde hissetmez olmuştu. Dizlerinin üzerinde tırabzanlardan gözlerini çıkartmış, nöbet tutuyormuşçasına etrafı izliyordu. Bir projektör ışığı yanlarına yaklaşır gibi oldu mu nefesini tutuyor, geri çekildiğinde rahatlayıp rüzgârdan yaşarmış gözlerini kırpıyordu. Kaptan bir dümen dairesine koşuyor, bir mayıncıların yanına geliyor, gemi içerisinde mekik dokuyordu.

Bu şekilde bütün mayınlar olması gereken yerlere bırakıldı. Bir tek sonuncu kalmıştı, kaptan gemiyi olması gereken rotada ayarladı, tekrar koşarak yerine geldi. Kuvvetle mayını ilerlettiler ama mayının emniyet zinciri raya takılmıştı. Gemiciler uğraşıyor, hep birlikte çekiştirirken bir yandan da sessiz olmaya çalışıyorlar ama bir türlü zinciri kurtaramıyorlardı. Bu esnada gemi akıntıyla rotasından çıkıyor, mayının olması gereken yerden uzaklaşıyordu. Mehmet uzaklardan tırabzanların arasında tuttuğu nöbette tam üzerlerine gelmekte olan bir projektör ışığı fark etti. Bir an önce mayını serbest bırakamazlarsa tespit edilip topla ateşine tutulmaları işten bile değildi. Denizi tarayan ışık adım adım kendilerine yaklaşıyordu. Başını iki elinin arasına aldı yumruklarıyla şakaklarını sıktırmaya, dudağını ısırmaya başladı. Dişlerinin arasından çıkan iniltiyi bile fark etmiyordu. Bu esnada kenarda duran bir balta Mehmet’in dikkatini çekti. Babasının sözleri aklında şimşek gibi yankılandı. “Eğer budağın kuvvetinin nereden geldiğini bilirsen baltayı nereye vuracağını da bilirsin!” Mehmet baltayı kaptığı gibi koştu, gözleri zincirin gergin kısmında raya dayanan bir halka gördü. Baltayı kaldırdığı gibi “Ya Allah!” deyip savurması bir oldu. Bir anlığına sanki zaman durmuş gibiydi. Zincir koptuğunda çıkan çınlama sesi ilk önce boğazın sessizliğine yayıldı, sonra tepelere çarpıp kulaklarına geri döndü. Kaptan hemen dümen dairesine koştu. Gemiyi tekrar rotasına koyup deniz üzerinde gezen ışıklardan uzaklaştı.

En azından bir teşekkür etmek, ona bu durumda bile sahip çıktığı için minnetini göstermek adına Mehmet cesaretini toplayıp kaptanın peşinden dümen dairesine gitti. İçeri girer girmez Mehmet’le göz göze geldiler. Kaptanın gözlerindeki bu bakış Mehmet’in içindeki tüm pişmanlığı, utancı silmiş, denizin köpüklü dalgaları gibi vicdanını tertemiz kılmıştı. İkisi de teşekkür etmek için ellerini kalplerinin üzerine koydular ama Kaptan elini kalbinden ayıramadı. Yıllardır onunla olan kalbide daha fazla dayanamamış son görevini ifa etmişti. Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’nın göreve başlamadan önce söylediği her şey sanki kendisine malum olmuş, Bismillah diye çıktığı bu yoldan ancak şahadet şerbetini içerek dönebilmişti…


***

Limana varır varmaz Mehmet Mesudiye’ye gönderilmiş, oradaki topçu birliğine katılmıştı. Başlarda biraz bocalamış ama on günde çok şey öğrenmişti. Artık sadece Mesudiye’yi değil, Dardanos’u, Mecidiye’yi, Çimenlik’i, Nazmazgah’ı, Hamidiye tabyalarını biliyordu. Düşman renklerini bayraklarını da ezberlemişti. Hayatında ilk defa bir gemide bulunmuş, silah tutmuş, bir uçak görmüştü. Hatta gördüklerinden bir tanesi bu sabah yine üzerlerinden geçmişti. Bulutsuz havalarda net şekilde görülebiliyordu. Tabyadaki arkadaşlarıyla sabah istihkaklarını alıp yediler sonra ortada bir koşuşturmaca başladı. Herkesin silah başına geçmesi emredilmişti. Hiç düşünmeden koşuşturup mevzilerini aldılar. Beklerken ilk top atışı mevzilerine düştü. Bir sonraki biraz daha yakına geldi, üçüncü ve dördüncü es geçti. Beşinci atış neredeyse tabyanın tam ortasına düşecekti. Etrafa yayılan şarapnellerden bazı arkadaşları yaralanmış yerlerini arkadan gelen yenileri doldurmuştu.

Yaklaşan gemilerin önceden sözleştiği belliydi. Planlanmış manevralarını gördükçe Mehmet’in de Nusret’in dümen odasında Kaptan’ın yaptığı planlar aklına gelmişti. Ağır zırhlı büyük gemilerin yanında işlevleri değişik birçok küçük geminin yardımıyla ilerleyiş başlamıştı. Top atışları bir süre daha devam ettikten sonra daha küçük hızlı gemiler mayınları ayıklamak için devreye girdiler. Güneş öğlene doğru yükseldiğinde ilk ağır zırhlı gemi boğaza girdi. Ama daha sonra yavaşlayıp taribat iin top ateşine devam ettiler. Tabyaların hepsi ağır ateş altındaydı. Bazı tabyalar karşılık vermiyor, bazılarından ise seyrek top atışları yapılıyordu. Bu durum düşman birliklerine ilerlemek için cesaret verdi. Bu ilerlemeyi gören tabyalar sessizliklerini bozup ateşe başladılar. Bu atışlar lider gemilere isabet etmeye başladıkça düşman donanmasında ilk çatırdamalar duyuldu. Düşmanın cesaretini sorgulamaya başladığı anlar bu anlardı. Bazı gemiler üzerlerindeki ateşi dağıtmak için manevralar yapıp tekrar rotalarını konumlandılar. Her isabetli atışta şarapnellere, toplara, ölüme meydan okurcasına tabyalardan nidalar yükseliyordu. Yaptığı isabetli atışlarla ilk ağır gemiyi sancak tarafına yatıran Mecidiye tabyası olmuştu.

Gökten yağmur gibi top mermileri iniyor, dolu gibi demir, taş, toprak yağıyordu. Umut savaş çığlığını susturmuş, olsa da gemilerden gelen ağır ateş altında tabyaların iletişimi kesilmiş, Bazı toplar tam isabet almıştı. Bu durumu gözetleyen gemiler ilerleme hattını açmak için mayın temizleme çalışması başlattı ama ileri gelenlerin hepsi Türk topçusunun isabetli atışlarıyla suların dibine gömüldü. Düşmen gemilerinde geriye dönük bir hareket başladı.

Erenköy açıklarında suyun içinden ilk patlama yükseldi! Ağır ateş alıp geri dönüş yapan Fransız bayraklı zırhlı Hakkı yüzbaşının gazabıyla karşılaştı. Kendi belki bu dünyada yoktu ama kanatları Erenköy açıklarına yayılmıştı. O gece sabaha karşı dökülen mayınlardan ilki geminin gövdesinde patlamış, daha eldeki parmakları sayamadan zırhlı gemi mürettebatıyla birlikte batmıştı.

İkinci patlama Mecidiye tabyalarının hedef aldığı bir zırhlıdan geldi. Geminin su üzerinde kalan kısmı top ateşiyle parçalanırken, mayına çarpmasıyla yan yattı. Bu geminin batışı Fransız bayraklı gemi kadar hızlı olmasa da geri dönüşü olmayacak şekilde kendini sulara teslim etmişti. Çöken düşman hatları geri çekilmeye başlamıştı. Ama çekilen düşman son gücüyle uzaklaşırken bile hale duvarlarını parçalayacak güçte toplarını, bir memleketin göğsüne ateşlemekteydi.

Bu esnada tepelerine yağan ölüme aldırmayan, kayıpları yaralıları telafi edilemeyen ama yine de dur durak bilmeyen Mecidiye tabyaları destanın kalemi olmuştu. Boğaza giriş yapan zırhlıların neredeyse en büyüğü menzilleri içindeydi. Bu zırhlıya yapılan ilk atış kısa kalmış, ikincisi de buna benzer kaderi paylaşmıştı. İngiliz bayraklı savaş gemisi menzillerinden çıkmak üzereydi. Kaderi belirleyen top atışı tam o anda yapıldı. Savaştaki tüm dürbünler bu anı izliyordu. Seyit Onbaşı’nın duaları ölen arkadaşlarıyla birlikte göğe yükseldi. Patlayan namlunun ağzından çıkan mermi bir kartalın avına dalışı gibi havayı yarıp geminin dümen kısmına saplandı. Koca dümen tertibatı kartondan yapılmış gibi paramparça oldu. Gemi akıntıda serbest kaldı. Muhripleri yardımına geldiler ama artık çok geçti. Gemi sürüklenmesini durduramayıp Hakkı yüzbaşının kollarına doğru ilerledi, Nusret’in hiddeti bir kez daha bir geminin gövdesinde patladı…

Mehmet mevziisinden çıkıp boğazın sularına karşı oturduğunda hava kararmış gece olmuştu. Ufak çatışmalar da gitgide azalıp en sonunda durdu. Açık gökyüzünden ay ışığı boğazın sularına vurmuş, ufak dalgalarda yakamoz ışığı kırılıyordu. Barut kokusuna karışmış meltem rüzgârı Mehmet’in yanaklarına dokunup geçti. Mehmet cebinden bir sigara çıkartıp yaktı, havanın sakinliğini dinledi, deniz kuşları etraftaydı. Ama tabiat, sabahki cehennem sanki hiç yaşanmamış gibi varlığına devam ediyordu. Bugün sadece kendi arkadaşları, yoldaşları değil, yedi cihandan insan ayrılmıştı bu dünyadan. “Belli ki sonda olmayacak diye” düşündü.

Sigarasından son bir nefes çekti, ayağa kalkıp yarın görüp göremeyeceği belli olmayan dünyaya bir bakış attı Mehmet. Babasının sözleri aklına geldi.

“Unutma! Dağ baki, deniz baki, ağaç baki, sen değilsin...”
9 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Anı: Göç

bottom of page